Tarih, sosyoloji ve özellikle son yıllarda felsefe çok yakınımda oldu. Ama arada roman okumadıysam eksiklik hissettiğimi fark ettim. Bu sebeple de gerek klasiklerden gerekse çağdaş yazarlardan gözüme kestirdiğim romanlar için zaman ve fırsat üretmeye çalışırım. Mesela son zamanlarda depremin büyük tahribatına uğramış memleketim Antakya / Hatay konulu romanlara yöneldim. Ama bu yoğunluğum arasında bazen yeni çıkan ve bana göz kırpan eserleri de boynu bükük bırakmamaya çalışıyorum. Değerli dost Sedat Memili’nin Karsantılı Ayşe isimli romanı da raflarda yerini alırken bize göz kırpan taze bir roman. (Akademisyen Yayınevi, Ankara 2024)
Doğrusu, bu romanın beni bu kadar içine çekeceğini, bu kadar iştahla üstüne eğilmemi sağlayacağını, soluk almadan okuyacağımı ve etkileyeceğini düşünmemiştim. Bazı insanlar bulundukları kente anlam katarlar. Sayın Memili Adana’ya anlam katan, Adana tarihi ile sarmaş dolaş bir kültür insanı. Ancak onun ilgi alanını Adana ile sınırlamak da isabetli olmaz, zira bugüne kadar Adana konusunda çok sayıda eser kaleme aldığı gibi, genel anlamda da roman ve araştırmalar yayınladı.
Karsantılı Ayşe, bende önce bir Adana romanıymış gibi intiba uyandırdı ise de, okuyup bitirdiğimde, olay örgüsü Adana’da geçen ama mesaj ve konu açısından evrensel boyutta bir eserle karşılaştığımı anladım. Çukurovalı yazarların yerelden evrensele uzanan bir boyutu olduğunu zaten edebiyata aşina olanlar bilir. Karsantılı Ayşe, Toros Dağları’nın eteğindeki bir köylü kızı ve acımasız bir ağa ile dolambaçlı bir ilişkiye girmek zorunda kalmış ve sonuçta ağanın oğlunu ve karısını zehirleyerek öldürmekle suçlanmış biri. Yargılanmış, idama mahkum edilmiş ve 1938 yılında Adana’da sabaha karşı kent meydanında seyircilerin önünde idam edilmiş. Bu olay gerçek mi kurgu mu diye bir sorunun aklınıza geldiğini tahmin ediyorum. Esasen kitabın daha başında gerçek bir olaydan kurgulandığı belirtilmiş. Ama bu açıklama beni tatmin etmediği için, hemen Sedat Bey’i telefonla arayarak “ne kadar kurgu, ne kadar gerçek?” diye sordum. Daha piyasaya yeni çıktığı için bu kadar kısa zamanda okumuş olmama şaşırdı ve her zamanki nezaketli tavrı ile memnun olduğunu söyledi. Biraz sohbet ettik ve sohbetin devamını yüz yüze ofisimizde yapmaya da karar verdik.
Olay gerçek, ancak bütün yönleriyle bilinmiyor. Zamanın gazetelerinde haber olarak da çıkmış. İdam kararının mecliste onaylandığına dair Resmi Gazete’de karar metni de var. Ama Ayşe’nin gerçek katil olup olmadığı konusunda kuşku var. Zaten Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı üç defa Yargıtay’dan dönmüş ve Ayşe bu esnada 8-9 yıl kadar cezaevinde kalmış. Sedat Bey’in kişisel kanaati de suçsuz olma ihtimalinin kuvvetli olduğu yönünde. 1938 yılında Ayşe’nin idam edilmesi gerçek bir olay. Ancak romandaki bir çok ayrıntı kurgudan ibaret. Sayın yazarın kurgusuna da doğrusu hayran kaldım. Akıcı bir üslup eşliğinde sürükleyici ve ilginizi sürekli diri tutarak bitirmeden bırakmanızı engelliyor.
Romanın son bölümü olan yargılama, cezaevi ve idam konuları elbette bir hukukçu olarak benim daha fazla ilgimi çekti. Ancak, hukukçu olsun ya da olmasın tüm okuyucuların ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Burada kitabı tamamen özetlemek istemem, zira özetler hiçbir zaman romanın hakiki zevkini vermez, kaldı ki ilgi ve heyecan atmosferine girebilmek için sayfaların sokaklarında caddelerinde dolaşıp, o havayı teneffüs etmek lâzım. Ancak yine de olay örgüsünden olmasa da, sayın yazarın maharetini gösteren bazı alıntılar yapmak ve dikkatimi çeken bazı hususları sunmak isterim.
Özellikle şu hususa dikkat çekmek isterim ki, edebiyatta ve felsefede metaforla anlatmak çok başvurulan bir yöntemdir. Metafor ve edebiyat üzerine ciddi araştırmalar da yayınlandı. Karsantılı Ayşe’de de isabetli metaforlara başvurulduğunu görüyoruz. Horozun yürüyüşü, ipek böceğinin kozasını örüp kelebek olarak çıkması ve ters dönen kaplumbağanın çaresizliği üzerine çok şey söylenebilir. İnsanın farklı davranış ve durumunu horoz, ipek böceği ve ters kaplumbağa üzerinden anlatmak tam isabet gibi görünüyor.
Yokluk ve yoksulluk yılları. Köylünün ve özellikle de kadının ezilmişliği. Köylüyü ezen ağa ve ona çıkar sağlayan kurnaz ve işini bilir memur. Seferberlik ve Millî Mücadele yıllarında gidip dönmeyen kocasının yolunu gözleyen eş. Ve dönmeyen iki oğlunu her gün dama çıkarak elini alnına götürüp uzaklara bakmayı alışkanlık haline getiren ana. Bütün bunlar romanda arka fon olarak dikkatimizi çekiyor.
Belirtelim ki, yazarın filozofça cümleleri de övgüyü hak ediyor. Romandan bazı cümlelere bakalım:
“Zalim bir ağa sahip olduğu köylerde geziyorsa , ondan daha tehlikeli bir eşkıya olamazdı.” (sh. 27)
“Yollar yurdun kılcal damarlarıdır. (…) Bu yollardan bereket de geçer, eşkıyalar da…” (sh 117)
“Suç toplumun irinidir. Suçlu, toplum adına bu irin ile dolu olandır. Toplum o suçluyu cezalandırarak irininden kurtulduğunu düşünür. Oysa o kişi, toplumun günahını üslenip, onun adına bedel ödeyen bir masumdur.” (sh. 236)
“Hapishanenin ölmeye duyulan istek ile yaşamaya duyulan isteği tartan bir terazi olduğunu yaşayarak öğrendi.” (sh. 242)
“Ve hiçbir şey sessizlik kadar yüksek sesli değildir.” (sh. 265)
Bunlar sadece birkaç alıntı. Romanda daha fazlası var. Bir tarafta memleket kurtulsun diye iki oğlunu savaşa göndermiş gariban ana, diğer tarafta köylüyü ezen acımasız bir adam için şu cümleleri okuyoruz: “Ayrıca bu memlekete iki oğlunu vermişti. Bu deyyuslar zengin olsun diye mi?” (sh. 51). Bu cümleler ister istemez Burçak Tarlası türküsündeki “Bakın da şu deyyusun kaç tarlası var?” sözlerini hatırlatıyor ki, ortak acıların ortak sonuçlara ulaştığını gösteriyor.
Bir garibanın “harami gördüğümde fakirliğime şükrediyorum” (sh. 87) demesi de Karacaoğlan’ın “Harami var diye korku salarlar / Benim ipek yüklü kervanım mı var?” demesini andırıyor ki, garibanın ortak mutluluğunun yoklukta buluşmasına vurgu yapıyor. Yokluk demişken, bir başka yokluk da şu şekilde ifade ediliyor: “Mademki varlığı yok sayılıyordu, o da ona göre davranmaya karar verdi. O da kendi yokluğu ile varlığını hissettirmeye karar vermişti.” (sh. 174) Buradaki “varlık” ve “yokluk” elbette felsefenin tartıştığı “varlık” “yokluk” değil, varlığını görünmez kılarak eksikliğini hissettirme psikolojisidir. Yazar, ruh dehlizinde psikolojik tahlil yapıyor.
Roman üzerine daha çok şey söylenebilir, yazılabilir. Teknik hukuk açısından sorunlu bir iki küçük kurgu cümlesi varsa da, bunların ilgiyi artırmak ve renk katmakla ilgili olduğu anlaşılıyor ve romanın bütünlüğü bunları kapatıyor.
Sadece kadın sorunu değil, sadece ezilmişlik değil, yargı faaliyeti, cezaevi günleri, bir zamanların halka açık idam uygulaması açısından da hukuk sosyolojisi bağlamında hayli ilginç bir eserle karşı karşıyayız. Ben çok beğendim, herkese ve özellikle de hukukçulara önemle tavsiye ederim. Okunan her kitap zihnimizde yeni pencere açacaktır. Pencereleri kapalı tutmayalım.